Yabancısıyım mavi denizlerin, yaşım kaç olursa olsun bir Kürt gencinin utangaç ve mahcubiyeti yansır gözlerime yüreğim sanki çıplak kalmış bir genç kızın göğüs kafesinde. Benim meraklı bakışlarım birazda deniz görmüşlüğüm şaşkınlığıyla bakıyorum insanlara. Sanki acılar hiç uğramamış bu sahil kentlere küçük bir balıkçı kahvesinde, insanlar ya gerçekten mutlu ya da mutluluğu iyi oynayan birer oyuncu.
Şu karşımda bıyıkları ak kesmiş dostuma sabah tanığı olduğum acıları anlatsam takar mı yüreğinin bir köşesine? Ya da “sende takma kardeşim kim kime dumduma“ mı der?
Geceyi Adana Büyükşehir otogarında geçiren Suriyeli muhacirler güneşten önce doluşuyorlar kırsala giden dolmuşlara. Ucuz iş gücünün başkentinde, hayatın çelişkileri belirginleşmiş. Bereketli topraklar diyerek buralara göç etmiş tarım işçileriyle Suriyeli işçiler arasındaki ekmek kavgası öfkeye dönüşmüş yer yer.
Suriyeli işçilerin gidişine öfkelenip zazaca okkalı bir küfür savuran orta yaşlardaki tarım işçisine soruyorum, “Bu Suriyeliler nereye gidiyor” Sanki adamın bam teline basmışım gibi: ”Nereye gidecekler tarlaya, yarı fiyatına çalışıyorlar, bunlar buraya geldi bu kez biz aç kaldık.” Zamanım olmadığı için ona kardeş kavgasının ne kadar zor olduğunu, hele gurbette hayata kalmak açlıktan ölmemek adına çalışmak zorunda kaldıklarını anlatacaktım, şehirlerarası otobüs muavininin ”Mersin yolcuları kalmasın” sesiyle vazgeçtim Zaza işçi kardeşime anlatmayı.
Mersin iline vardığımızda güneş Torosları yarıp yeni doğmaya başlıyordu. Mersin otogarında yolcuların büyük çoğunluğu Arapça konuşuyordu. Bunlarda Suriyeli muhacirlerdi. Tek farkları bunlar paralı olduğu için sahil şehirlerine gidiyorlardı. Mersin’deki tatil yerleri bile onlara yetmemiş olacak ki ölümlere ve ülkelerindeki yangına aldırmadan güneşte daha iyi yanıp tenlerini bronzlaştırmak için yolculuk yapıyorlardı. Adana otogarında gördüğüm hüznü, buradaki Suriyelilerin yüzünde görememenin utancını onların yerine ben yaşadım.
Bu balıkçı kahvesinde yaşama dair ne çelişkiler varsa aklımda dolanıyor. Çevreme son demini gülümseyerek geçiren insanlar. Yaşlı bir karı koca omuz omuza vermiş sahilde yürürken adamın çok ünlü bir doktor olduğunu yeğenlerimden öğreniyorum.
Oldum olası Büyükşehirler yüreğimi daraltıyor. Mersin’in rutubetli ve sıcak havasına inat denizden gelen esinti bile beni teskin etmiyor. Çevremdeki yaşlıların tek sohbeti gezi turları, yayla evleri, yani nerden bakarsanız bakın adamlar kendi yaşamlarını daha iyi bir şekilde sürdürmenin telaşında. Aklımda birkaç gündür ayrı kaldığım, topraklarım insanlarım ve son günde ben insanım diyen herkesin yüreğini yakan kardeş ölümleri, anaların feryadı. Denizin esintisi bile serinletemiyor.
Bireyselliğin, benciliğin hâkim olduğu bu şehirlerin beni her saat boğduğunu daha iyi anlıyorum. Denizde salıncak misali salınan balıkçıların ekmek tekneleri sandallar. Sevginin, aşkın birer tiyatro oyunundan ibaret olduğu, paranın ve güzel bir hayat yaşamanın baskın geldiği bu kentin sahil yolunda el ele tutup yürüyen sevgililerin sevgisini ölçebilme imkanım olsaydı, samimiyet testine tutmak isterdim aşkı..
Oysa usta yazar yaşar Kemal’in “ince Mehmed, sarı sıcak” kitaplarında, çok eskilerde kalmış ölümüne sevdalar..
Deniz durgun, ben durgunum hayata dair çelişkiler… Kardeş kavgası korkularımı, atsam şu denize yutar mı balıklar?
Balıkçı barınağında yaşlıların sohbeti ne siyaset, ne ülke gündemi, nede erken seçim…
Şimdi daha iyi anlıyorum neden erken öldüğümüzü. Sahil kentinde yaşayanlar acılarını denize atarken, biz Mezopotamya insanları yüreğimize attığımız içindir bir tohum misali erken düşüyoruz toprağa…