Çoğumuz yakınlarımızın dostlarımızın cenazelerinde tanık olmuşuz. Cenaze namazının bitiminde; Hoca cenaze namazına katılan cemaate sorar; "Merhuma veya merhumeye hakkınızı helal ediyormusunuz..?"
Alışkanlıktan olacak ki hocanın deyimiyle hep bir ağızdan "helal olsun, helal olsun, helal olsun" diyoruz.
Diyoruz demesine de bilmem sizin aklınıza geldi mi? Acaba tabutun içinde son yolculuğuna çıkan insanoğlu bu insan topluluğuna cemaate hakkını helal ediyor mu?
Dün, sevgili dostum sırdaşım demirci Mehmet ile bir dostumuzun yakını ölmüştü. Yine o cenazelerin bildik sahneleri, biz arkada durduğumuz için cemaatin sesi daha bir gür bize geliyordu, "Helal olsun"
Demirci Mehmet gelen "hoş helal olsun" sesine kocaman bir gülümsemeyle cevap verdi. Ne oluyoruz Kekom demeden bana dönerek kısık bir sesle konuşmasına devam etti "Ya Keko ben diyorum ki, şu tabut içinde yatanlara son kez bir söz hakkı verilseydi. Onlarda 'helal hoş olsun derken, son hakkını kullanan rahmetliler son kez bağırarak 'Etmiyorum ulan etmiyorum' deseydi kaç kişi cenazelere katılırdı. İnanıyorum ki bazıları mevtaya karşı yaşarken işlediği hatalardan hatta suçlardan dolayı mevtaya beş metre yanaşamazdı.
Hiçbir şey demedim. Çocukluk arkadaşım, kısacası diğeri ben olan Demirci Mehmet'i benim kadar kimse tanımazdı.
İkimizde yoksul ve açlık derecesinde olan ailelerin çocuklarıydık, çocukluğumuz demirciler çarşısında örse sallanan çekiç sesleri arasında geçti. Haftada bir gün tatil günümüz vardı o Günde Siverekli yoksul ailelerin sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan Sivereklilerin Adanalı Hüseyin olarak bildiği vatandaşın gelen yüklerini kamyondan indirip üç beş kuruş para kazanırdık. Bir gün işimiz bittiğinde Demirci Mehmet'in gözleri ezik portakallara takılmıştı, onu kardeşlerine götürmek istemiş "Adanalı Hüseyin lan oğlum benim portakal bahçem yok, bende parayla alıyorum, şu soğanların destesini temizleyin, alın portakalları" soğanları temizledik eve gittiğimizde yatsı namazı çoktan okunmuştu.
Bıyıklarımız terlediğinde, birde Maksim Görki'nin "Ana" romanını okuduğumuzda dünyayı değiştirip, zenginden, alıp yoksula dağıtacağımıza yani Robin Hud olacağımıza adımız gibi inandık.
Olamadı. Darbeler bizim için planlanmıştı. İlk darbeyi yoksulluk vurmuştu sırtımızdan, sonra komşu kızı üzüm karası gözleriyle yaralamıştı bizi. Aşk masalı bittiğinde bir başka Zindanda hayatın namert yüzüne çizgiler atmaya başlamıştık.
Dünya kirlendikçe, biz o masumiyetimizi korumaya çalıştık. En yakınımızdakiler bile saf duygularımızı şeytanın küçesin de satmıştı bir bardak karacadağ ayranına.
Saf bildiler bizi. Benim gözlerim biraz açıldı. Demirci Mehmet'in yüreği hep saf kaldı. En çok sevdikleri yaralarken onu o masum ve saf yüreğini kanatırken o güneşin doğacağına karanlıkların aydınlıklar karşısında yenileceğine inandı.
Her tokat yediğinde gözyaşlarını yüreğine akıttı. Adil ve Adaletin tek adresinin ilahi bir yol olduğunu biliyordu. Ben ona Siverekli Mevlana diyordum…
Yaşamını tüm olumsuzluklarına rağmen insan onurunu ve hasiyetini korumaya çalışırdı. "İnsan kutsaldı" derdi.
Cenaze yola koyulduğunda kulağıma fısıldadı demin dediğimi ciddiye alma kim yaraladı ve ağlattıysa beni ben af ettim kimsenin haklarım yüzünden acı çekmesine gönlüm razı olmaz bir anlık kızgınlığa say. Madem toprağın altındaysa hayat gerisinin ne önemi var.
Bak şu mezarlara sesleniyorum ben helal ettim sizde edin. Bak kimseden ses çıkmıyor. Bence en güzeli insanı yaralamamak…