Dün gece sevgili dostum; Bayram Gökmen’in marketinin önünde her yaz olduğu gibi, çay içip, yaşamın telaşının içinde koşturan insanları izliyorum. Ellerinde poşetleriyle evlerine bir lokma bir şeyler götürme telaşı içinde olan babalar ve ellerinde cep telefonlarıyla mesajlaşıp, konuşan gençleri izliyorum.
Kapalı bir kızımızın bağırarak konuşmaları ister istemez kulaklarıma geldi. O konuşmalar şahsen beni utandırdı.
Zaman sanki aile kavramını, gelenek ve göreneklerimizi yutan bir canavara dönüşmüş. Emek, sevgi vefa cümlelerin can çekiştiğinin düşünürken, yüreğimin derinliklerinde tarifi zor bir acı yaşadım…
Yaşam gecenin karanlığının içinde akıp gidiyor, caddeden akıp giden insan seli..
Birden gözlerim çöpten atık madde toplayan 45 yaşlarında cılız bir adama takılıyor. Onun bir çocuk olduğunu düşünürken, adamın bana seslenmesiyle, ona yöneldim. Bu adam yıllardır akciğer hastası, astım hastası.
Yanıma oturttum, yorgunluk çayının aramızda oluşturduğu samimiyetten cesaret alarak sormaya başladı.
Hastaydı, çöpten atık madde toplaması onun sağlığını daha da bozuyordu.
Çocuklar yardım etsin dedim, demez olaydım. Gözleri doldu çayı elinden bıraktı dudakları titriyordu.” Olmaz ağabey azam kötü nasıl kıyarım çocuklarıma”
Sonra iki küçük çocuğunun dün kendisinden bir külah dondura ve bir Eskimo istediklerini anlatmaya başladı. Gözleri dolmuştu, kesik kesik öksürüyordu.
Kiracıydı. O yalnız çalışıyordu. Hastalığı umurunda değildi. Sürekli aynı sözü tekrarlıyordu” alamadım, bir külah dondurma bir Eskimo almadım..”
O Eskimo ve dondurma ateş olup bu çilekeş babanın yüreğini yakmaya yetmişti.
Hastalıktan dolayı üç ayda bir engelli maaşından başka hiçbir geliri yoktu.
Ramazan ayı dolayısıyla hiçbir dernek ve kuruluş evine bir gram gıda maddesi götürmemişti.
Yanımdan kalkıp. Çöp topladığı el arabasının yanına giderken kurşun misali beni yaralayan sözleri tekrar söyledi” ya ağabeyim bir dondurma bir Eskimo alamadım.
Onun gözlerinde yağmurlar yağıyordu, benimkilere bulutlar dolmuştu. Bir kez daha bu sefil dünyada baba olduğuma ağladım.
Bence insanı hayvandan ayıran tek özellik vicdan ve merhamet duygusuydu. Oysa biz bu duyguları galiba yitirmeye başlamışız.?
Zaman insanlar için en büyük öğretici ustalarından sadece biridir. Zaman içinde yaşamımıza katkı sağlayacak, çevremizde o kadar ilginç olaylar yaşanıyor; birçoğumuz maalesef bundan ders alacağımız yerde, yaşama hırsı gözlerimize bir perde gibi inip gerçekleri görmemizi engelliyor.
Modern yaşam arzusu içinde olup geleneksel yaşam biçimini görmeyen toplumların en büyük kayıpları bence giderek yitirdikleri geleneksel aile bağlarıdır. Geleneksel aile bağları ve yaşantısı hakkında yüzlerce sayfa yazı yazabilirim.
Bu gün Avrupa toplumunun birçoğunda yitirilen yaşamın en değerli yanı geleneksel aile bağlarıdır.
Ülkemizin metropol kentlerinde gerek ekonomik nedenler, gerekse rahat ve yalnız bir yaşamı tercih eden gençler gün geçtikçe aileleriyle o güzelim geleneksel bağlarını kesiyorlar.
Türkiye’nin batısı ile doğusunu karşılaştırdığımız da en çok huzur evleri ülkenin batısında bulunuyor. Maalesef huzur evlerine sığınan insanların büyük kesimi okumuş, meslek ve kariyer sahibi insanların anne ve babaları bu huzur evine bırakılmış ayda yılda bir de olsa ziyaret edilmeyen bu insanlar çocukları için ömürlerini feda etmiştiler.
Babalık konusunda daha önce yazı yazmıştım. Özellikle her şeyin başı vefadır sadece babaya değil bize emek harcayan herkese vefa borcumuzu unutmasak sanırım hayat daha güzel olur.
Babalık ağır bir yükümlülüktür. Daha önceki yazılarımda babalığın bu kadar zor olduğunu bilseydim baba olmaya belki yanaşmazdım diye yazmıştım. Son on gün içinde yaşadığım süreç bu zorluğu bir kez daha bana hatırlattı. Kelimenin tam manasıyla on gün boyunca öldüm ve dirildim.
Babalık hakkında yazılacak çok şey var. İnternet ortamında bulduğum kime ait olduğunu bilmediğim bir hikâyeyi sizinle paylaşmak isterim. Ve şunu belirtmeden geçemeyeceğim (insan ne ekerse onu biçer.)
(Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve
"Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.
Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı.
Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.
Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.
Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.
Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can,
- "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.
Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı.
Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu.
Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.
Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.
Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.
Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.
Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.
Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.
Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı.
Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
- "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."