Bu yazının üzerinden on yıl geçmek üzere yazı 2007 yılında kaleme almışım.
Esen bu siyasi rüzgara kapılıp bir gaf işlememek için bu hafta ne yazayım diye aklımı kalemin ucuyla karıştırdım!
Ben karıştırdıkça aklıma hep siyası yazılar geldi. Ben siyaset rüzgarından kaçmaya çalışırken, inadına bu rüzgar beynime işliyordu.
Ben kararlıydım. Siyasetten, siyasetçiden uzak durup daha çok duygusal yazılar yazmalıydım. Bu beni daha çok mutlu ediyordu.
Bunun için, eski Siverek çeşmelerinin kalıntılarının bulunduğu sokakları gezdim. Bu çeşme başında gençliğinde ilk sevdalarını yaşayan bir ıslık sesiyle enikli kapısını ve yüreğini sevdiğine açan ak saçlı kadınlarla, erkeklerle konuştum. Adam gibi sevdaları yaşayan bu insanlarla konuşmanın tadına vardım.
Serap Çeşmesinin bulunduğu Nigar düzündeyim. Kapısının ardında yazın kavurucu sıcağından korunmaya çalışan beyaz tülbendinden ak saçlarını, gölgenin serinliğine bırakan Fatma Teyzeyle konuşmaya çalışıyorum.
Sevdalardan söz ediyorum. "Eskiden insanlar nasıl âşık olurdu? Aşklarını dile getirmek için neler yaparlardı?" diye soruyorum…
Fatma Teyzenin gözleri çok derinlere dalıp, kıpırtısız bakıyordu. Sanki bir asır önce yitirdiğini bulmuşcasına içten.
Fatma Teyze''Bak oğul bizim zamanımızda kızlar dışarıya pek çıkmazdı. Tek şansımız çeşme başından su taşımaktı. Ancak evin ihtiyacı için su taşımaya çıkınca, güneşi görüyorduk. Biraz ilerde Nigar düzü Çeşmesi vardı. Su taşımak için evdeki kızlarla adeta kavga ederdik. Su taşımaya giderken biraz sürme çekerdik gözlerimize. Bir tutam da saç perçemimiz kazayla düşerdi kirpiklerimizin üzerine zaten başka süsümüz yoktu. Evlenmeyene kadar kaşlarımız cımbızlarla tanışmazdı. Ne elimize aynayı alırdık ne de cımbızı. Göz göze gelmelerimiz çeşme başlarında olurdu. Sıra beklerken bazen gülümsemelerimiz yansırdı, berrak sularda. Çoğunlukla yarım kalırdı sevdalarımız. Bilmediğimiz, tanımadığımız insanların kollarına bıraktı büyüklerimiz. Ve aylarca gözyaşlarımızla ıslanırdı yastıklarımız. İstemediğimiz bir başla bir ömür aynı yastığın mahkûmlarıydık. İstemek, sevmek yasaktı bize. Kader dedik boyun eğdik, sonra çoluk çocuğa karıştık. Ve özlemleri içimizde büyüttük, gizlice ağladık gecenin karanlığında, bazen bebeğimizin beşiğini sallarken içimizdeki sevda ateşini ninnilerle dindirdik. Bazı isimlere yasak koyduk bir ömür ve onları hiç söyleyemedik. Yani oğul anlayacağın adam gibi severdik. Ve bu taş zeminli sokaklar adam gibi namuslu sevdaların tanığıdır. Sustuysak, bağrımıza taş bastıksak sevgili, sevdalı yerine kefenlere sarıldıysak, bu korkaklığımızda değil tersine sevdaya, sevgiye olan asil inancımızdandı. Bu gün artık bu namuslu sevdalar yaşanmıyor. Sevdalar da insanlar da sentetikleşti'' dedi kederle…
Belli ki Fatma ninem çok eskilerden yakmış yüreğinin bir yanını. Ve bir yanı hep yaralı kalmış. İstemediği birini eş bellemiş. Demek ki halen sevdadan yana bir yanı yaralı.
Buğulanan gözleri ıslanmaya başlamıştı. Ve titrek sesiyle devam etti. "Bizim zamanımızda telefon, televizyon yoktu. Okuryazar da değildik. Dışarı çıkma şansımız hiç yoktu. Gezmelere annelerimizin, ablalarımızın gözetiminde giderdik. Gençlerin birbirlerini gördükleri yerler ya mahalle düğünleriydi ya da çeşme başlarıydı. Uzaktan gözlerimizle konuşurduk, kirpiklerimizle selamlaşırdık. Aracılarımız komşu kızları ya da akraba kızlarıydı. Sevgiliye hediye olsun diye içimizdeki sevdayı mendillere nakışlardık. Tığla işlerdik beyaz mendiller üzerine. Bazen sabahlara kadar uyumazdık. El ayak çekilince, gizlice gaz lambasının cılız ışığı önünde ölümsüz sevdaları nakışlardık, mendillere. İşlediğimiz mendillerin arasına iki tane saç teli bırakmayı ihmal etmezdik. Kavuşmak umudu bizi her gün biraz daha hayata bağlardı. Şimdilerde öyle mi? Yok, üç günde evlenip, beş günde boşanmak için iki şahit aramaya başlıyorlar. Yanı anlayacağın oğul bu günün sevdaları da insanları da naylonlaşmış. Şimdilerde naylon aşklar moda''
Fatma Teyze'mi, yaşanmış ya da yaşamayı hayal etmiş sevdasıyla baş başa bırakıp, yanından ayrılmaya çalışırken, beyaz tülbendinin ucuyla ıslanan gözlerini kurutmaya çalışıyordu.
Namuslu sevdaların yaşandığı ikinci çeşmeye geliyorum. Yaşanmış aşk hikâyelerini araştırmak amacıyla bu kez Hacı Ömer mahallesinde bulunan, Hacıpınar Çeşmesi'nin bulunduğu yere geliyorum.
Ermeni asıllı Taş ustası Siverek mimarisine büyük emek sarf eden İbrahim (Yane) Ustanın bazalt taşlarla yaptığı, Siverek kentinin simgesi haline gelen Hacıpınar Çeşmesi'nin yanındayım. Yaşanmış sevdalar gibi çeşmede asıl kaynağından kopmuş. Şehir şebekesinden çeşmeye su veriliyor.
Bu çeşme başında yaşanan aşkları yaşlı birine soruyorum: Adam''Ne aşklar yaşanmış gibisinden elini sallıyor. En bilinen aşk; Bakkal Mahmut isimli bir vatandaşın kızıyla o dönemde Siverek'te bulunan süvari alayında askerlik görevini yapan bir erin aşkıymış.
Günümüze kadar gelen ve türkülere konu olan bu güzel aşkı fazla deşmeden sadece bu aşk uğruna yazılmış türkülerin dizelerini sizlerle paylaşıp, yazımı noktalamak istiyorum. Dileğim yaşanan naylon ve sentetik sevdalar yerine adam gibi sevdaların yaşanmasıdır.
Sevdalı kızın sözleri.
Bir sigara iç oğlan
Gel kapıdan geç oğlan
Beni sana vermezler
Bu sevdadan geç oğlan di gel gel
Hacı pınarın düzü
Mevlam ayırdı bizi
Bakkal Mahmud'un kızı
Yaktı yandırdı bizi di gel gel
Al oğlan bu da sana
İpliğin dolasana
Oğlan darılma bana
Kanım kaynadı sana di gel gel
Dönüp bakıyorum yıllar geçtikçe hep su pınarları, hemde gönül pınarları bir bir kesiliyor. Önce aşk ardından insanlık ölüyor yavaş yavaş….