O gün sanki deprem olmuş bütün kentin enkazları adamın üstüne yıkılmıştı. Elleri cebinde Mayıs ayının serin bir akşamında hüzünler yuva yapmıştı hasta yüreğine..
Beyninde, nedenler, N... içinler beynini karınca misali kemirmeye başlamıştı. Aslında acılara, ihanetlere, yalnızlıklara yabancı değildi.
Edebiyat olsun diye yazmıyorum. Çocukluğunu yaşamadan çocukluğa ve insanlığa sığmayacak, insanı insanlığından utandıracak işkencelerle dolu yıllar yaşamıştı.
Umudunu bir güvercinin kanadına saklayıp geleceğine inanıyordu güzel günlerin. Yıllar sonra güneşi gördüğünde çocukluğu yalnızlıklarından kalma karanlık günleri düştü aklına güneşe inatla baktı, ağladığı için gözleri ıslak ve güneş yakamamıştı gözlerindeki yaşama umudunu.
Tüm zorluklara karşın kıraç topraklarda inadına yaşama çiçeklerini yetiştirdi gönül bahçesinde. Sabırlı, şükür ettiği için bazen canından can verdikleri bile onu anlamakta zorlanıyordu. Tüm olumsuzlukları geride bırakmıştı. Cennetin Bahçelerini Yunus’un dizelerinden, af etmeyi ve hoşgörüyü Mevlana’dan öğrenmişti…
O gece yaşananlar hiç bu kadar acıtmamıştı onu. Hıçkırıklar boğazında düğümleniyor, değil insan bir sinek bile gözkapaklarına değse ağlayacaktı..
Yürüdü sevdalandığı şehrin sokaklarında, ilk kez amaçsız ve beynine itaat etmeden yürüyordu, Mayıs’ın bu serin gecesinde en çok yüreği üşüyordu. Beyni bir sorgu hakimi misali hep neden..? neden?. Diyordu.
İnsanları seviyordu, inandığı ailem dediği insanlar için cehennem ateşinde bile yanmaya hazırdı. En çokta son çocuğuna bağlanmıştı. O çocuğu güldüğünde dünyalar onun olurdu. Gözünün nurundan bile sakladığı asi yürekli çocuğu, bu Mayıs gecesinde yorgun yüreğini kimselerin acıtmadığı kadar acıtmıştı, düşündükçe gözlerinden iki damla yaş, ölüme giden iki can misali bıraktı kendini toprağa…
Ayakları onu rastgele dolaştırıyordu, yıllarca dolaştığı sokaklarda.. Herkesten yaşama umudunu kesmişti ama son çocuğu onun için yaşama umudu olmuştu..
Ah.. dedi diz çöktü bir zamanlar mutlulukların yaşandığı, çocuk seslerinin eksilmediği şimdilerde virane olan eski bir Siverek evinin önünde, çok yorulmuştu.. Sigarasının paketine el attı, yokladı bitmişti oysa paketi iki saat öncesinden almıştı.
Kuyu dibi düşüncelere dalmışken miyavlayan yavru bir kedinin sesiyle o yöne baktı. Kediyle göz göze geldiklerinde kedi korkmuştu. Adam kediye seslendi, “seni yaradan beni de yarattı, gel dostum zarar gelmez benden” küçük kedi korkarak yanaşmaya çalıştı. Adam kedinin başını okşamaya başladığında yavaş yavaş aralarında yalnızlıktan doğan bir sıcaklık başlamıştı. Kedi sürekli miyavlıyordu. Adam yavrusunu başını okşar gibi kedinin başını okşamaya devam ederken fısıldadı, “sus kimseler duymasın açlığımızı sen mideden açsın ben yüreğimden.. Ama sus kimseler görmesin halimizi.”
Adam kediyle karşısında bir insan varmış gibi anlatmaya başladı. Kedi de olgun bir insan edasıyla ayaklarına sürtünerek, üzülme dercesine… İnsanlardan, yakınlarından bulmadığı sevgiyi adamın ayaklarından yüreğine işler gibiydi.
Adam kediden ayrıldı… kedi peşinden gelmeye başladı.. Adam kediye döndü keşke seni yanımda götürebilsem…
Kedi adamın peşini bırakmıyordu… Miyavlaya.. miyavlaya… Ardından geliyordu..
Geç saatlerde adam evine dönmüştü.. Hiç kimse konuşmamıştı onunla, adam hayret etti.. Uğruna canlarını verecek insanlar onu görmezden geliyordu…
Girdi yatağına düşünmeye başladı, ‘ben ne yaptım kimi utandırdım?’ Sonra gülümsedi kedinin arkasından gelişi, inadına onu terk etmeyişi düştü aklına gülümseyerek düşündü “kediler mi nankör yoksa insanlar mı?”