Kentimin yürekli ve bilge insanı… Acıları bal etmesini bilen, kalem erbabı, dostuna dost, yiğit kardeşim. Kaç zaman oldu, buralardan gideli, kaç mevsim geçti, kaç bahar tükettik?
Gidişin, tarihi bir romanın sararmış sayfaları kadar eski geliyor bana. Sanki Roma arenalarında Spartaküs’le, birlikte kılıç bilemişsin zalimlere ve sanki Arabistan çöllerinde Leyla ile Mecnun’a su taşımışsın ardından onurlu bir hasretlik bırakıp bin yıl öncesinden, nasıl buralardan göçüp gidersin be keko? Gittiğin günden beri bir muhasebecinin titizliğiyle kafamda gidişini hesaplıyorum. Yüreğimde kurduğum muhakemede kaç kez seni yargıladım, her seferinde yüreğimin yufka yargıcının kararıyla serbest kaldın. Belki bencilliğimden yargıladım seni… Kekom tüm ağır yükleri, omuzlarımızda bırakıp gittiğin için yargıladım seni. Dün çıktım o çok sevdiğin Karacadağ’a. Hal bildiğin gibi değil, hasretlik sel olmuş, akmış ovalara… Köyler, araziler su altında. O çok sevdiğin çocukların elleri, ayakları çıplak. Buz kesmiş. Onlarca çocuğu okuttuğun sınıflar, sel suları altında. Bölgede kışın soğuk ve yoksul fotoğrafı yavaş yavaş netleşiyor. Yılın ilk karı Karacadağ’ın doruğuna yuva yapmış, güneş bulutların hapsinde. Bir poşet içine bir avuç kar koyup sana göndermek isterken, ak kar hasret olup eriyor avuçlarımda, sele karışıp nazlı bir gelin edasıyla dökülüyor Siverek ovasına… Bir çoban sırtını heybetli dağa verip, acıyı, ayrılığı, yalnızlığı ve yoksulluğu anlatan ezgilerle kaval çalıyor… Karacadağ’ın ustura gibi keskin soğuğuna karşı, insanın içini ısıtan, o çok sevdiğin ezgileri, dağdan, ovaya yankılanıyor. Gözyaşlarım donuyor hoyrat rüzgârlarda Ahmet Arfi’ın dediği gibi, “zemheri de uzadıkça uzuyor’’ Karacdağda… Çobana dostça soruyorum; “Sen Zel’in öyküsünü biliyor musun?” ‘’Yok’’ diyor. “Nasıl bilmezsin! Hani şu Rıfat Öğretmenin Zel’i. Hani saçları tebeşir, silgi kokan Zel. Hani şu üç beş kuruş uğruna, okul önlüğü zorla soydurulup, gelin duvağı takılan, babası yaşındaki adamın şehvet duygularına kurban edilen Zel…” Ses tellerimdeki kızgınlık Karacadağlı çobanın kaşlarına yansıyor. Kaşları bir çift mavzer oluyor. “Tanımıyorum,” diyor yeniden. Ciğerim patlarcasına bağırıyorum “Zel’i tanımalısın. O bizim anamız, o bizim bacımız, O, yarınlarımızın umudu... Hani hoyratça kıydığımız, yaşamını kararttığımız, onunla birlikte kendi geleceğimizi de bitirdiğimiz, hani umutlarımız, umutlarınız... Çoban; ‘Suphanallah’ çekti, beni deli sanıp, sürüsüyle yanımdan uzaklaştı. Yine kavalından ezgiler yankılandı. Bekli de bilmeden Zel’in türküsünü çalıyordu. Sonra, senin için sönmüş volkanik dağın eteğinde bir tutam yarpuz, bir tutam rüşvet ve birkaç kenger toplamaya çalışıyorum. Arayışlarım boşuna… Zamanı değilmiş, kar zirvedeyken yeşermez buralarda kengerler, yarpuzlar... En çok baharda ağlarmış Karacadağ’da laleler Hazreti İsa için. Zamanı değilmiş! Tıpkı senin zamansız gidişin gibi! Zamanı değilmiş. Baharda açarmış kenger çiçekleri, yarpuzlar, nergisler... Sana, bu kaçak yuvası ve ateşten kor dağdan bir şeyler göndermeliyim. Ege illerinde şimdi özlemler, volkan olmuştur yüreğinde. Hasretlik yaralarına tuz olsun diye sana bir poşet içine doldurduğum rüzgârı göndereceğim. Rüzgârı avuçlayıp poşetliyorum.
Kınalı keklik avına çıkmış, kaçak bir avcının barutu patlıyor, elimdeki poşet ve içindeki rüzgâr adeta kaçarcasına ait olduğu dağa doğru yol alıyor.
Kekom, zamansızdı gidişin be… Tam da Zellerin yarasına merhem olacakken, cahilliğin kurtlar sofrasında yalnız bırakıp gittin ya, gidişin kafamda ağır bir deprem sarsıntısı oluşturdu. İnan sana içimden kan kusarak kinlenmedi yüreğim. ‘Bir bildiği vardır’ dedim ‘kekomun.’ Hayra yormaya çalıştım gidişini. Dün uğradım sanki bin yıl önce dost yüreklerini yetim bırakıp gittiğin odana. Kapıda bir köylü ‘’Rıfat öğretmen nerde?’’ diye soruyordu yarım yamalak Türkçesiyle. Biri oradan biraz keyifli bir ses tonuyla ‘öyle biri yok!” deyince beynime kan sıçradı. “Var, var… Rıfat öğretmen Zellerin gözyaşlarında, köy öğretmenlerinin yufka ekmeklerinde, köy yollarında, biçare, yoksul köylerde dolaşmakta… Kavuşamayan sevdaların türkülerinde… Belki de Behram’la Gülzerin’in gözbebeklerinde umut, alın teriyle pişen keçelerin nakışlarındadır… Ve belki de yoksul köylülerin ağıtları arasında bir candır…” Adam; ayağında çamurlara batmış, rengi solmuş, yamalı bir şalvar; üzerinde ıslak yine yamalı bir ceketle gözlerimin içine bakıyor. Şaşırıyor anlattıklarımdan bir şey anlamadan. “Bana anlat, ben onun arkadaşıyım, de, bana derdini” dedim. Adam ağlamaklı gözlerle anlatmaya başladı, “Sel yollarımızı yıktı, köprümüzü aldı, götürdü. Çocuklar dört gündür okula gidemiyor.” “Rıfat yok. Yerine ne gerekirse ben yapmaya hazırım.” Adam iç çekerek, “Keşke keko Rıfat olsaydı” dedi boynunu bükerek… Evet, Rıfat olsaydı; Yüreğini köprü, bedenini kara tahta yaparak ulaştırırdı çocukları okullarına, öğretirdi onlara A,B.C’yı… “Nereye gitti?” diye sordu köylü. “Balıklara yem vermeye, Ege’ye gitti” dedim. Adam dalga geçtiğimi sandı, hızla yanımdan ayrıldı. Senin balık değil, keklik sevdiğini bildiği için bana inanmadı tabi. Oysa balık kokularının sindiği caddelerde keklikler hep yaralıdır, bilirim. Kafestir kekliklere, büyük şehirlerin baş döndüren ışıltısı. Memleket özlemine dayanmaz kınalı keklikler. Sahi keko. Bir keklik nasıl yaşar ışıltılı kafeslerde?