“Zannederdim yolda olsam bu elem geçer
Bitmiyor çıkmaz sokaklarım, belki ölürsem biter bu yol.”
Kabuksuz yara, güneşi süpüren yırtık kara elbiseleri, bu yırtıklara düğümlediği renk renk dertleri, gökyüzüne astığı kara ışıkları, sağır eden gök gürültüsü, beline pansuman niyetine doladığı yar ve yarin hasret bağları, gözlerin derinindeki; acı izlerin dövmeleri, boynuna geçirdiği boğucu yarin kokulu yazması, ve her serabın ardından koşan takatsiz yırtık yara…
Nerde bir serap göründüyse vakit sektirmeden ayaklanıp yollara düşen takatsiz güçlü yara.
Sanki dünyaya sadece bu yolda yürümek için gelen bu yüreğin yolu; yıllarca kara bahtlı kara taşlı Karacadağ yaylalarında, güneşin bir leke gibi yapışıp kaldığı; ferahlık yüzü görmemiş ovalarda ve Siverek’in dar küçelerinde hep çıkmazlara oldu. Her zaman çaresiz bir çıkmaz sokağa çıktı bütün yolları.
Yinede seraba varana değin bütün sokakları gezerken; yollardan erinmedi, ne de artık takati kalmayan ayaklarından dert yandı. Bütün çıkmazlara rağmen bir bazalt taş ustası gibi zamanla derinleşen yarasına tutunup bir kırş (kenger yaprağı) gibi rüzgârın önüne düşse dahi hep bahara koşma hayali ile aktı bütün hayalleri.
Yarasına, hep bahar ferahlığı verip; izlerin üzerine biriken acılara abı hayat verdi. Tıpkı bir tabip gibi bir irin halini alan bütün acılarını akıtmamaktan vazgeçmedi, yorulmadı.
Kabuksuz yara, her seferinde çıkmaz sokaklara bakarak iç geçirdi, her seferinde dokunmadığı yârin kokusunu içine çekti, solunda kilerini kucaklayıp kabuksuz yarasına anlatı her fırsatta.
Yarin teninin gerçekte nasıl olduğunu, ne renkte olduğunu, hangi mevsimlerde büyüdüğünü, en çok hangi rengi aldığını hiç bilmeden bir bilmiş gibi anlatı.
Yarin nerde olduğunu, neler yiyip içtiğini, yüzünde hangi hissin olduğunu, kimlerle oturduğunu, neler konuştuğunu, hangi şarkıları dinlediğini, nereye baktığını, hangi mevsimde olduğunu, nelere kulak verdiğini, neleri beklediğini, neler çektiğini ve kimleri dinlediğinden habersiz; sanki yar karşıdaymış gibi kanayan yaranın tam ortasına oturtup: bütün gün, bütün gece ve bütün zamanlar; devamlı solundakileri anlatı ona.
Ve her bir uyanışında; yaranın elemi, gçklere yükseldi ve aklının içinde bekleyen kederli kelimeler kulağında bir o yana bir bu yana çarptı.
Kabuksuz yaranın elemini dinleyenler, sinelerini dövüp tırnaklarını yüzlerine geçirirken ve acıdan bayılırken; o sadece bu elemiyle en derinlere dalma hayalindeydi.
Ve der ki: “cinsî sapıklar gibi cehennem ateşiyle yanmaya layık olanlar içindir zor olan; bayıltan, öldüren ve yasak olan bu şeyler. Ancak aşıklar için bu cennetin en güzel mertebelerinden bir zevktir.”
Hem bu yara; manasız bir hayat yaşayan, özünü unutan ölüyü dahi benzerine evliya tezkirelerinde bile rastlanmayan bir mertebeye çıkarandır. Ve meyhaneye giderken yere yığılan birini; sanki Kâbe’ye varamamış bir mümin ya da fazla içtiği için ölen bir başkasını zemzem suyunun hasretiyle ölmüş bir tarikat ehli gibi yapar. Bunu görmek için göz gerek. Zahirden sıyrılmayan bilmez. Kabuksuz yaranın sesini duymaz, düğününü bilmez; yas sanır bu halini.
Elbet zaman denen illet hep aynı düzende geçip gitmezdi.
Yâri uzaklaştırıp yarayı daha derinleştirirdi.
Ey yaram senden zerre kadar inlemem, şikâyetim yoktur. Her daim Derunide en şiddetli şekilde akmandır bütün arzum.
Akmadığın an; sabahsız, güneşsiz ve hayalsiz zifiri karanlığımdır.
“Cihanı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Bâşını âna tutmaktır adı aşk
Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Âna kendini atmaktır adı aşk
Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat
Vücûdu fâni etmektir adı aşk”
(Eşrefoğlu Rumi)