Dışarıda güneş vardı. Üşümüştü… Islanmış bir serçe gibi girdi içeri. Telaşlandım… Kalkıp elimi uzattım. “Kimsin?” “Ruhum(n)” dedi sessiz, küçük, kırık sözcüklerle. Yaralı bakışlarını kaçırıyordu benden. “Kimse bakmadı ki şimdiye kadar… Sen neden bakmak istiyorsun gözlerime? Bakma, dalma öyle.” diyordu. Yaralı bir Serçenin pencerenin kenarında bakan gözleriyle…
Sıcak bir kalbin havasına kapılmıştı… Camın diğer tarafındaki de Ona sarılmak istiyordu. Biri bir taraftan diğeri camın diğer tarafından çarpıyordu. İkisi de hasretliydi… Biri dışarıda güneşte titriyordu, diğeri içerde…
Eksik bir türkünün ritmine kapılmıştı… Gül dikeninden tutuluyor gibiydi. Yarım kalmış gülüşlere takılı kalmıştı her şey…
Sarılmak için hep koşuyor… Oraya vardığında ise birileri var sanki arkada. Sarılmak isterken “hayır” diyor kendiliğinden. Üstüne Karacadağ dağının bütün ağırlığı çükmüş gibi oluveriyor oracıkta. Yara sarılıyor bütün bedene…
Bir şarkı mırıldanıyor, hüzünlü hüzünlü… kalpten ağır ağır duyuluyor…
“Gel be gel bi’ gel de içeri
Ayağının altına eteklerin ile
Al be al bi’ al beni yanına…”
Gökyüzü sanki sigara odası gibi dumanlı. “Sanki güzel bir bu duman. Hiç olmasa nefes aldırtıyor. Kaybolmaktan korkmam bu havada” diyor.
Ben sigara da içmem. Bu duman altı oda güzel geliyor, nedense anlamış da değilim. Ah bu dumanla karışık ses, nasıl sızıyor gönlümün bütün güzelliklerine… Nasılda dalıyorum bir kelimenin sesinde. Sesin, dumana böyle karışınca mı dalar gözlerim?
Her sarılma isteği kalpleri, mermerden musalla taşına yatırmakla sonuçlanırdı. Bir türlü istek ve bu sonuçlara çare bulamıyorlardı. Kötü bir haber öncesi kalplere düşen ağırlık gibi bir şeydi durumları. Her şeye rağmen zaman zaman bir olur hiç kimseyi duymaz, kimi zaman da her şeyden korkmuyor değillerdi.
Akşamdı, camdaki Serçe öylece kalmıştı olduğu yerde. İçerdeki ne yapıyordu acaba? Uyuyor mu? Ne konuşur, ne yer, ne içer yada neler yapıyordu acaba? Belki de hiçbir şey… Serçe gibi O’da hep kala kalırdı orada, onda.
İkindi olmuştu… Ne çok can sıkıcı şey varsa hepsi başına çöreklenmeye başlamıştı. Hiç sevmezi bu vakti. İkindi namazı hariç. Karamsarlık, yalnızlık geriyordu ruhları… elleri, kolları hatta başı bile ağır gelmeye başlamıştı…
Dalgınlığı da gittikçe artıyormuş; farkında olmadan. Bazen bir seslenmeyle, bazen işaret diliyle dalgınlığı dağıtmaya çalışılırmış. Bir gün orta yerde dalmasından korkuyordu Serçe. “Ya, hiç olmadık yerde dalarsa” ne olur diye. Ve ekledi:” merak etme, senide, kendimi de iyi yapacağım” dedi.
İkisi gülümseyip, öylece çaresiz bakışlarla oldukları yerde kalmışlardı…
Ne zaman giderler bilinmez.
Belki de hiçbir zaman…