Akıyordu sular... Zaman bir kör kurşun kadar ağır, geçmiyor durmuş sanki. Gökyüzünü, karamsar suratlı bulutlar sarmış. Ağaçlara kara bağlamış bir kadının yüzünden esen rüzgar vuruyor sanki. Sallanma değil bu hüznün savrulması.
Bugün soğuktu bütün sesler senin sesin yoktu diye
Ermiş çocuğun yüzü gecenin zifiri karanlığından çıkmış gibiydi. Adımları havadan daha ağırlaşmıştı. Gözlerinden akanlar; temmuzun sıcağında asfalta, su satan çocuğun teri kadar acımsı.
Ermiş çocuk, bir son baharın gün batımı mevsiminde dünyaya gelmişti. İsmi kayıtlara düşmeye yetişememiş, isimsiz bir yetim. Kısmeti sahur vaktinin ezanı ile sofraya oturanlardan olmuştu; işte her şeye böyle geç kalmıştı. Çoktan geçmişti vakit. İsmi kayıtlara düşmediği gibi münacatı da Mabede ulaşamamıştı.
Mabede ulaşıp yüzünü sürmenin vakti çoktan geçmişti. Mabedine hasretle uzaktan bakmak düşmüştü Ermiş Çocuğun payına. Ermiş çocuk, çarpıyordu taşsız duvarlara. Yaralarında akmıyordu kanlar. Dona kalmıştı. kırmızılığını yitiriyordu kanı. Yükündekiler ben değildi; taşsız duvarların izinden kalan donuk kanlardı. Ermiş çocuğun dökülecek kanıda yokmuş.
"Her şeyin zamansız mıdır ey çocuk"
Vakitler artık hep ikindiydi... Güneş çoktan gün batımına doğru yol almıştı. Sahur ezanı ''le ilahe illallah' taydı. Yenilecekler öylece kalacaktı masada.
Ermiş çocuk, içindeki sesleri duymayı çoktan kaybetmiş. Bir kalabalığın anlamsız, görüntülü seslerindeydi kulakları.Hevesle, heyecanla dinleyeceği bir şarkı sesini duyamayacaktı. Kalabalığın bütün seslerinde aynı şey çalardı; adım adım iş, adım adım eş, adım adım iş, adım adım eş...
Bir çiçeğin rengi yada bir kalbin heyecanını anlatan tek bir şarkı sözü yoktu...
Ermiş çocuğun üstünde; gece karanlığının denizinden rengini almış siyah bir elbise. Bütün hasretleri, acıları sakladığı bir sakal.
Ey çocuk bu sakalın da neyin nesi öyle? Sakallarım, yüzümdeki mezarı saklayan mağaramdır. Yüzümdeki bütün acıları ve ölmeyen ölümümün perdesidir.
" Sakallarım, yalnızlığımı örtendir."
Ermiş Çocuk, yalnızlık çamurlarına bata çıka ilerliyordu. Üstelik şikâyet etmeden her şeyi Deruni'ye atarak. Adımları bir defa olsun düşmemişti Mabedin sokaklarına. Adımları yerde sürülen bir yaralı gibi. İlerliyordu...
Kaç zamandır yoldaydı? Allah bilir aç mıydı, yorgun muydu? Güneş doğmayan Deruni' nin en yalnızlıklarında ilerliyordu ki bu sorulara cevap vermesi mümkün değildi. Her adımında burnunda derin bir acı çıkıyordu. Yaralı kalbine, medet bulmak için sessizlik orucu tutturmuştu. Yine medet bulmak için yüzüne yalancı tebessümler bırakmıştı. Bu tebessümler İçten içe elmacık kemiğine dayanılmaz acılar bırakıyordu. Tüm bunlara rağmen kalbindeki acılar geriliyor ve bir ok gibi daha da ileriye fırlatıyordu adımları yalnızlığa.
Burnunda hasret dumanları yükseldiği kalbi. Ve Yalnızlık kasabası… Son zamanlarda iki kasaba arasında yapılan seferler sıklaşmıştı. Kalbinin çarpıntılarında ters giden şeylerin farkındaydı. Bu seferlerin azalması için; kaç gece kaç kez hasretle, acıyla adımlarının önünü kesti. Yalvardı kalbine.
Kalbi;
bir yalnız deli
Adımları;
Yorgun bir zaman, durmak bilmeyen
Bu yüzden bazen bütün yalvarışların sözlerini, bastırıyordu kalbine . Adımlarının durduğunu sanırdı. Yine de durmayı bilmezdi adımları. Ancak bir an sadece bir an dursa umuda dair bir nefesin, dermanın kalmadığını anlayacak ve oracıkta nefes verecekti.
"Ask bir kes girerse
Kalbe
Kalp daha ölmez "