Bir gökyüzünü düşün, maviliklere alışık. Maviliksiz yaşayabilir mi? Üstüne zifiri siyahlar çekildiği zaman nefessiz kalır. Belki de bir an bile dayanmadan ölür. Öyle temiz güzel bir ölüm değil; karanlıklar içinde boğulmuş, denizin derinliklerinde terk edilmiş, Karacadağ taşının altında ezilip kalmış gibi bir ölüm. Ölüm denilemeyecek bir yok oluşun varlığı. Ruhu çoktan göç etmiş harabe bir şehir. Deprem enkazında sıkışmış bi haber var olan bir ölüm.
Varlığın ve gidişin birdir; sen tıpkı sineye saplanmış bir zehri okun çıkartılıp çıkartılamaması gibisin. Sinede bırakılıp yaşanmaz ve çekip çıkardığında ise yine yarayı açansın.
Ey gökyüzü, yinede sana soruyorum: “bir gece uykusuzluğa terk edilebilir mi?” Gecesiz uyku, uykusuz gece bir ızdıraptır. Belki de büyük bir yalandır. Çünkü terk edilmesi olmayan bir tektir ikisi.
Ne güzelsin ey mavilik; Doğan bir güneşsin. Kıyametler kopmadan, dünya durmadan bir güneşi; hiç doğudan dogmamasini engelleyebilir misin? Rüyalara dalmış bir uykuyu bozabilir misin? Ey istilacılar! bir rüyaya neler yapabilirsiniz ki; ne kadar güçlü olsanız gücünüz yetemez rüyaya. Ey ruhun düşmanları, sizi istilacılar; dokunamazsınız yokluğun varlığına, aşka.
Ey mavilikler, siz mazilerin en güzel hediyesisiniz… Sizsiniz Ruhun istilacılarına en büyük meydan okuyan; bir bedendeki hapis iki ruhun buluştuğu tek yersiniz. Ey Mavilikler, sizin sayenizde yağan dolularda ıslanmam, kırılmam, bitmem… Ve yine sayenizde gerçeklerin ayağı altında ezilmem. Sizsiniz asıl gerçeğim; ruhum, manam, özüm. Kurak çöllerde bırakmayansın; yangınlarda kurtaranımsın. Gayyar kuyusuna uzanan ipim.
Beni en güzel aydınlıklara çıkaranım; ak gülüm, siyah gülüm. Gözlerimin yurdu; ruhumun menzili. Bendeki bütün hallerin aynası. Şekilli şekilsiz aynam. Penceremin perdesi; bir çekilsen ışıksız kalır ruhum. Bir açılsan, çıplak çaresiz meydanda kalırım. Kızgın kızgın açılma yüzüme, bakıp öldürme. Umutsuz umutsuz çekip kapanma, ruhumu karanlıkta bırakmak. Zamansızın en güzel zamanı. Ah Gökyüzü…
Kanadı kırık kelebeği öldürenim; güvercine yol olan en güzel yurt. Kalpteki kanatların yurdu. Mahkûm bedenlerin umutlu yurdu. Bakışların menzili. Rüzgârların yağma izleri seni. Hiç kaybetmeyeceğim varlığım. Benim adımlarım öyle basamaz her yere. Mesela; sen kokmayan bahçelerden, cananı uğruna ölmeyen bir mezarlıktan, yare sarhoş olmayan topraklara varmaz. Bu yollara düşmem, aramam. Ama yinede yep bulurum seni; en güzel olduğun yerde.
Ey dilsiz haykıran… Sen hep böyle sessizliğinle mi sağır edersin. Ne çok susar ve çok şey anlatırsın. Kelimesiz ve hep böyle uzunumudur cümlelerin? Bu kadar uzun olup en kısa olmanın sebebi kelimesizliğin midir? Yok yok hiç de uzun değilsin aksine hep kısacık bitensin. Zaman sende daha kısa. Uzun olsaydın vakitler geçmek bilmezdi. Varlığına hiç yetmiyor; dakikalar, saatler ve günler. Ey gökyüzü, sahura iftar ettirensin. En son noktayı hep üçleyensin.
Ey hiç susmayan dilsizim… Sen hiç konuşmayan; hep dinlediğimsin. Hiç kaybolmayan; hep aradığımsın. Sana diyorum ey gökyüzüm! Bir umudu umutsuzluğa terk edebilir misin? Yada hiç kaybetmeyeni bir ayrılığa yazabilir misin?
Ey gökyüzüm, sensin işte gökyüzü… Hiç yakın olmayan en uzak ve hiç uzak olmayan en yakın. Sensin gök kubbe. Sensin avuçlarımın içinde ve sanadır açılan avuçlarım. Sensin sineye yağmur damlalarını indiren ve yine sensin sinedeki alevlere uzak, yetişemeyen. Sensin alevleri tutuşturan ve hem kavuşturup yakıp uzak olan; rüzgâr.
Ey gökyüzüm, sensin işte gökyüzüm; aydınlatan ve karartan.