Kalabalık bir topluluğun arasından ayrılırken suskundum. Bir iki çift göz, ayak, koldan daha ağır bir yük taşıyordum. Çünkü tam bir ömür boyunca hayatın bütün renklerini taşıyan gönül bir değildi artık.
“Gönül yükünden
daha ağır
yük olur mu?”
Bir ruhla gülümseyen yüzüm, iki ayrı bedenin ağırlığıyla eğiliyor… Toprağa düşen yağmur ve esen rüzgar ile uçuyor kokusu toprağın. Yüzüm, bir daha güzel çiçekler taşımayacak kucağında bahara. Ve şimdiden söylüyor; bu yükün ağır, yok bir baharın.
“ Kıştan çıkıp
Soluklanacağımız baharın yokluğu
Çok ağır…”
Ağır bir yükün altında kalıp ne yapılıyorsa Onu yapıyorum ;
Çaresizce bakıyorum…
Uzun bir sessizlik çığ gibi düşüyor tenime. Tenim, ayazlı bir geceden kalma musalla mermerinin soğukluğuna uzandı. Yüzümün aynaları, ölü rengine boyandı. Biliyorum o sessizlik artık hep uzun kalacaktı. Gelmeyecekti geri…
Çaresizce sığındım hayalimde gördüğüm o uzak dünyadaki ülkeye; Deruninin ülkesi; ruhum, umutlarım… O ülke; serin uykularında yüzdüğümüz, yüklerimizi rüzgârına bindirdiğimiz, ruhlarımızı bir avuca sığdıran ülke… Suskunluğumu haykıran, sözcüklerimin, şiirlerimin, gözlerimin özgür ülkesi. Şimdi her gün sokaklarını duygularım süsler. Kıvırcık sacları nefesimden çıkan şarkılar dalgalandırır…
“Üstüm bedensiz
Bana koşuyorum
Bu ülkede.”
Savrulan bir yaprak gibi hafif ve prangasız koşar adımlarım. Yaşım, hesapsız ve her gün çocuk doğuyor. Sevincim, kuşlarla uçar, rüzgarlarla yarışır burada. Günler gitmez hep aydınlık. Burada zaman ; beni saatlere hapsetmez , duvarlara çarpmaz. Rüzgarsız, mavisiz, salıncaksız, güneşsiz bırakmaz beni.
Ey Ruhum;
Dur gitme! beni kalabalıklarda yalnız bırakma. Suskun bırakma yüzümü. Bir sensin kalabalığım. Duy beni yokluğun boğucu kalabalıklardır. Duy beni yokluğun çok zor çok…
“Özlem hastalığı kadar
Daha ağırı
Var mıdır?”